DP E.Gn.Bşk.Süleyman Soylu, konuk olarak katıldığı Samanyolu Haber TV'de Sevcan Ödemiş Yıldız'ın sorularını yanıtladı.
-Joe Biden’in Türkiye ziyaretini nasıl değerlendirdiniz?
-Joe Biden, Amerika’nın en tecrübeli siyasetçilerinden birisi. Hillary Clinton’dan Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili ilk kez bir rol alıyor. Ortadoğu ve Türkiye konusunda da bilgili bir siyasetçi ve çok önemli bir dönemde Türkiye’yi ve hatta bölgeyi ziyaret ediyor. Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, bana göre önümüzdeki dönemin en stratejik konularından bir tanesi. Önümüzdeki günlerde gerçekleşmesi muhtemel olan Suriye’nin içerisindeki işler veya Suriye’ye dışarıdan bir müdahale veya Suriye’nin içerisinde olabilecek başka türlü hamleleri uluslararası güçler, Amerika, Türkiye, Avrupa, BM de dahil olmak üzere ciddi bir şekilde izliyor.
Belki pek taze değil ama Akdeniz’de enerji arama konusunda bizim, Kıbrıs Rum Kesimi’nin ve İsrail’in karşı karşıya kalmış olduğumuz bir durum var. Önümüzdeki dönem Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB dönem başkanlığına ilişkin Türkiye’nin çekinceleri ve itirazları mevcuttur, ABD bunlara da uzak değildir.
BÖLGEYLE İLGİLİ YENİ BİR TASARIM SÖZKONUSU
Bir de Türkiye’nin bir PKK sorunu var. Irak’ın kuzeyinde konumlanmış ve yıllardan beri Türkiye’nin iç siyasetini de, uluslararası siyasetini de etkileyen bir sorun. Geçenlerde de konuştuğumuz gibi uzun zamandır ilk kez uluslararası alanda kuvvet bulan; bana göre Amerika ve Avrupa tarafından el altından desteklenen, yedek bir kuvvet olarak bölgede bulundurulan PKK, ciddi bir şekilde Suriye ve İran aksına yaklaşmasından sonra çok net bir dışlanmayla karşı karşıya olduğunu, ben hem yurtdışı kaynaklardan hem de ülkenin içinde yapılan bir takım gelişmelerden hem de Amerika’nın ve diğer ülkelerin müdahale tarzlarından anlayabiliyorum. İşte burada Türkiye ile Amerika arasında, hem PKK konusunda hem Irak’ın kuzeyi konusunda ve yeniden yapılanma konusunda bana göre çok önemli ve stratejik kararlar alınıyor kanaatindeyim. Şöyle söyleyebiliriz, bir başlık olarak: Zannediyorum bölgeyle ilgili belki bugüne kadar kimsenin çok da oyun planı olarak tutturmadığı yeni bir siyasi tasarım sözkonusu. Bunu şuradan çıkarıyorum: Çünkü bizim yaklaşık bir yıldan beri veya 8-9 aydan beri Türkiye’nin bugüne kadar ısrarla yürüttüğü, 8-10 yıldan beri sürdürdüğü, özellikle Ak Parti iktidarı döneminde süregelen “etrafımızdaki ülkelerle ekonomik, siyasi, sosyal işbirliği ve entegrasyon, çok az sorun ve birbirimizle böylece ekonomik gelişmenin sağlanması”na yönelik Türkiye’nin dış politika anlayışında, son dönemlerde sanki kendi rızamızın dışında gelişen birtakım olaylara yönelik bir adaptasyonumuz sözkonusu.
-Bunun geçici bir durum olduğu da görüşülüyor, en azından şu an için.
-Doğru ama bunun geçiciliği şöyle tartışılabilir: Ne kadar stabilizasyon, ne kadar erken sağlanabilecek? Normalleşme, Mısır’da ne kadar erken sağlanabilecek, bu Mısır’ın demokratikleşmesi, sivilleşmesi, askeri idareden kurtulması, ikinci hamleden sonra yeniden Mısır’ın uyanışı veya Arap uyanışının orada gerçekleşmesi ne zaman dinginleşecek ve ne zaman normalleşmeye yönelik adımlar atılacak, bunu bilmiyoruz. Suriye’yi bilmiyoruz, Libya’yı bilmiyoruz. Bunun için bunun geçici bir süre mi olacağını yoksa uzun bir süre mi olacağı konusunda öngörülerde bulunabiliriz. Ama buna yönelik zannediyorum bizim de izlediğimiz ama belki de göremediğimiz; devletlerarası ilişkilerde hem Amerika’nın Irak’tan çekildikten sonra yapılacak yeni yönetim anlayışı ile ilgili bir yönlendirmenin sanki Türkiye de çok önemli bir ayağında duruyormuş gibi. En son Barzani ile ilgili izlenimlerimizi alabildik. Tabi ki bizde ne uluslararası ilişkilerle ilgili belgeler elimizde, ne de dış politikanın şu son anda gerçekleşen olaylarını net olarak elimizde görebiliyoruz..Sadece gözlemler yapıyoruz.
-Çok net açıklamalar var ama, özellikle Barzani ile ilgili.
Var ama genellikle böyle diplomatik usullerle yapılan açıklamalar. Net açıklamalar da var tabi. Mesela Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinde bundan sonra Suriye için gerçekten son bir nefeslenme ülkesi mi olacak yoksa Türkiye Suriye ile ilişkilerinde son 5-6 ayda gerçekleşen bu dış politika anlayışını daha sert bir şekilde devam mı ettirecek. Yani “ben bugüne kadar seni uyardım; seni demokratikleşme konusunda elimden geldiğinde doğru çizgiye çekmeye çalıştım; bu eğilimden, Arap dünyasında gerçekleşen bu uyanışın sana da bir şekilde olumsuz tesir etmemesi konusunda Türkiye olarak üzerimize düşeni yaptık fakat sen hala orada insanları öldürmeye devam ediyorsun, hala bir diktatörlük anlayışını ortaya koyuyorsun” şeklinde bir iddiayı haklı bir şekilde dillendiren bir Türkiye tavrına devam mı edecek? Bütün bunlara bakınca, ben dünyanın da veya bölge ülkelerinin de henüz farkında olmadığı bir tasarımla karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Bizim de içinde olduğumuz başka birşey olabilir. Türkiye’nin lehine, menfaatine, Türkiye’nin 21.yüzyıldaki belki de en önemli adımlardan birisini, daha önce 2000’li yıllara varmadan, 1900’lü yılların sonunda, yani rahmetli Özal’ın zamanında düşünülen, tasarlanan, biraz daha coğrafya genişlemesine yönelik bir hamle mi gerçekleşiyor, bunları bilmiyoruz. Ama bildiğimiz birşey var ki elimizdeki veriler ve takip ettiklerimizden anladığımız kadarıyla Türkiye bir yıl öncesinde Kürt meselesi dahil, Suriye dahil, Libya dahil, ne düşünüyorsa, bugün tersine bir politika ortaya koyuyor. Yani bir durum tesbiti yapıyorum ve bu durum tesbitinin içerisinde Biden’in ziyaretinin de Türkiye için çok önemli olduğunu ama sanki yeniden bir doğum dönemi öncesi son ülkelerarası diplomatik faaliyetler olarak nitelendirilebilir.
TÜRKİYE, MODEL ÜLKE OLACAKTIR
-Bu rejimler değişirken şu da dikkatinizi çekmiştir mutlaka ama bir lider sorunu da var galiba?
Aynı tecrübeleri biz de yaşadık aslında Türkiye olarak. Onlar da yaşayacaklar. Ben bunların da bir taraftan sanki süzülmüş yönlendirmeler olduğunu düşünüyorum. Bu ülkelerde bugüne kadar bir demokrasi veya demokrasi arayışı veya yine bir lider arayışı yoktu ki. Şimdi yavaş yavaş hareketleniyor bu ülkeler, Suriye de öyle. Burada risk alacak, Suriye’yi yarına daha iyi taşıyacak insanlara dün böyle bir imkân sağlanmamıştı veya Mısır’da böyle bir imkân sağlanmamıştı. Şöyle bir anlayış sözkonusu: “Burada alternatif lider kim olmalı?” Rejimin alternatif çıkarabilme imkanı yoktu ki daha düne kadar. Bugün çıkaracağı alternatifleri “hah bu oldu” şeklinde de göremeyiz. Çünkü orada demokrasinin derinleştirilmesi lazım, sivilleşmenin derinleştirilmesi lazım, iletişimin derinleştirilmesi lazım, entegrasyonun sağlanması lazım. Bütün bu entegrasyonlardan sonra kafasını vura vura yanlış yapa yapa, belki doğru adımlar ata ata doğru liderler bulabilirler. Yani bütün iyi liderleri Amerika, Avrupa buluyor da diğerleri neden bulamasın. Yeter ki oradaki zeminin buna müsait olabilecek bir hale gelsin. Burada Türkiye’ye çok önemli bir rol düşüyor. Türkiye, onları kendine doğru çeken değil ama onlara bu müslümanlıkla demokrasinin nasıl birarada yürüyebileceğini gösteren tam bir model olacaktır. Belki bizden çok daha çabuk evrileceklerdir. Çünkü zaman da iletişim kaynakları da daha çabuk evrilmelerine müsaade ediyor. Küreselleşme de buna müsaade ediyor. Lider, bir fikrin, bir pozisyonun savunucusudur. Henüz bu ülkelerde fikirler ve pozisyonlar net değil. Orada oluşacak net pozisyonlar, kendilerine ait liderler çıkaracak düşüncesindeyim.
İRAN’DA BU MODEL TUTMAZ
-Acaba sıra İran’da mı?
Bunu böyle bir domino taşı gibi düşünebiliriz. Tabi İran farklı. Hem Şii-Sünni açısından farklı, hem İsrail ilişkileri açısından farklı, hem yıllardan beri doğu blokuyla, Rusya ile ilişkileri açısından farklı. Ancak burada İran konusunda şunu da gözardı etmemeliyiz ki yaklaşık iki yıl önce seçimde de İran muhalefeti elinden geleni yapmaya çalıştı. Aslında tweeter ve facebook’un bu blokta bahsettiğimiz anlamda ilk kullanımı da Musavi ile oldu. Ben o rezistansın içeride hala devam ettiğini düşünüyorum. Ahmedinejad ve Mollalar karşısındaki o etkinliğin hala devam ettiğini düşünüyorum. Tabi burada silahlı bir müdahalenin veya Suriye – Libya türü bir BM ve Nato müdahalesinin, hatta Mübarek’in başına gelen müdahalenin çok daha ötesinde olur İran. Türkiye İran konusunda da diğerlerine yapmış olduğu davranış modelini gerçekleştiremez. Mesela Libya konusunda almış olduğumuz tavrı gerçekleştiremeyiz. Keza Mısır da. Çünkü bunlar oluşturulmuş devletlerdir, İran varolan bir devlettir. Hem Acem kültürü var, hem ciddi bir organizasyon yeteneği var, hem yıllardan beri oluşmuş çok net diplomatik eğilimleri ve alışkanlıkları sözkonusu. Burada bu modeli çok tutmayacağı kanaatindeyim.
Libya’da Kaddafi’nin öldürülme biçiminin Esad’a verilen bir mesaj olduğunu anlamamak mümkün değil. Bir taraftan da İran’a bu mesaj veriliyor. Bütün bu yapının ötesinde İran’ın hedef alındığını bilmek gerekir fakat Türkiye, İran konusunda çok daha dikkatli adımlar atmalıdır. Çünkü Nato’nun Malatya’da konuşlandıracağı füze kalkanı konusunda İran’ın bir mimi olduğunu son zamanlarda ikili ilişkilerimizde ortaya çıkan kısmi gerginlikten anlayabiliyoruz. Bununla ilgili İran çok net bir tavır ortaya koyuyor ama Türkiye de neticede bir Nato ülkesidir, İran da bunu biliyor ve bütün bunlarla ilgili olarak Türkiye’nin bir şekilde bu konuda tavır almaktan imtina etmeyeceğini biliyor ve Türkiye, daha önce de bahsettiğim gibi tek taraflı bir politika izlemiyor. İsrail ile gerginliğimiz devam ederken İran’a Brezilya ile birlikte BM’de çekimser oy verirken, yapılacak birtakım yaptırımlara karşı İran tarafında yer alırken diğer taraftan füze kalkanı konusunda da hiç imtina etmeden bir tavır ortaya koyabiliyor. Bu Türkiye’ye has bir politikadır. Elbette ki bu politikaların ortaya çıkaracağı sonuçları İran da hesap ediyor, Türkiye de hesap ediyor. Türkiye’nin de durumu hiç o kadar rahat değil aslında. Türkiye yaklaşık 7-8 yıldır başbakan Recep Tayyip Erdoğan üzerinden Arap ülkelerine bir “Soft Power” yapıyor. Şöyle bir şey söylesem yanlış olmaz: Türkiye cumhuriyeti devleti ve Türkiye halkı aslında Arap halklarının Tayyip Erdoğan’a olan ilgisini bir şekilde yönetiyor uzun zamandan beri. Ama son bir 5-6 aydır sanki bir bölünme sözkonusu. Bunu net bir şekilde görüyoruz.
TÜRKİYE’DE CİDDİ BİR DÜŞÜNCE FAŞİZMİ VAR
-Biraz da iç politikaya dönecek olursak..Son günlerde baktığımızda Türkiye’nin gündemi,geçmişle beraber yürüyor. Dersimle ilgili tartışmaları nasıl görüyorsunuz?
Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında, birtakım sıkıntılarla karşı karşıya kalındığı bugün bir sürpriz değil. Tabi buna bakarken bir ilke meselesi olarak bakmak lazım. Sanki Türkiye’de ciddi bir “düşünce faşizmi” var. Diktatoryal bir düşünce egemenliği bizi bastırmaya çalışıyor. Uzun zamandan beri böyledir de bugünlerde bir anlamda daha fazla oluştu. Bir de tarihi bir cephanelik olarak görmemek lazım, bir mühimmat olarak görmemek lazım. Oradaki herşeyi alıp birbirimize sıkacağımız, silahlarımızda kullanacağımız bir cephanelik olarak görmekten kaçınmalıyız. Elbette ki siyasetçilerin, tarihçilerin, sosyologların buna ilgi duyması çok normaldir ama somutlar üzerinden gitmek lazım. Şöyle bir yanlış yapıyoruz: İdeolojik duruşlarımıza göre pozisyon alıyoruz ve tarihi de istediğimiz gibi manipüle etmeye çalışıyoruz. Mesela Kemalist bir bakış açısı varsa direkt o noktadayız, karşı taraftaki düşüncelerin tamamına karşıyız. Bunu, Anadolu’da gittiğim konferanslarda da çok net bir şekilde görüyorum. Diyor ki yanımızdaki kişi “siz bu görüşlerinizi dile getiriyorsunuz, bunun bir tek anlamı var, bu, Kemalist rejimi tasfiye etmektir, Kürt diyorsunuz, Alevi diyorsunuz, bunları ayağa kaldırıyorsunuz, bunlara hak tanzim ediyorsunuz..” Tarihteki bütün olayları, bulunduğumuz pozisyonlardan değerlendiriyoruz.
PARALEL BİR TARİHİMİZ VAR
Hem tarihle ilgili, hem Dersim’le ilgili, hem Şeyh Sait’le ilgili, aslında yakın tarihte Kahramanmaraş’tan Çorum’a kadar, 28 Şubat sürecine kadar bütün bu olaylarla ilgili gizli bir tarih var. Paralel bir tarihimiz veya alternatif bir tarihimiz var. Buna da kendimizi inandırmışız ve bunu da savunuyoruz. Aslında herşey tarihte yazıyor. Kendi kaynaklarımızda da yazıyor, yabancı kaynaklarda da yazıyor.
CELAL BAYAR İLE İSMET İNÖNÜ’YE AYNI ROLÜ VERMEK AHLÂKSIZLIKTIR
Buradaki pozisyonumuz şu: Demokrat Parti kurulurken bir Dörtlü Takrir yayınlanıyor. Bunun aslında temel bir hak ve hürriyet belgesi olduğu iddia edilir. Bu doğrudur ama bu Dörtlü Takrir’de başka bir süreç daha vardır ki aslında Dörtlü Takrir, 1925’ten sonraki bir Cumhuriyet eleştirisidir. Yani, 1925’ten sonra Türkiye’de ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan sonra burada ona ayak uydurulmayıp ondan vazgeçilmesi ve 1925’ten sonra siyasi hürriyetler, temel hak ve hürriyetlere yönelik kısıtlamalar ve bunun özellikle II.Dünya Savaşı ile çok üst bir noktaya ulaştığına yönelik Dörtlü Takrir’in bir eleştirisi var. Yani 1925’ten başlıyor, ta tek parti döneminin bütün sürecine kadar çok ciddi bir eleştiri ortaya koyuyor. İşte bu eleştiri içerisinde bu isyanlar var. Bu eleştiri içerisinde bu isyanlara karşı olan davranışlar var ve bu eleştiri içerisinde, devletin hal ve tavrı var.
Şimdi buradan bakıp İnönü ile Celal Bayar’a aynı rolü vermek, büyük bir ahlâksızlıktır. Çok büyük bir ahlâksızlıktır, hiçbirşeye bakmamak demektir. Dörtlü Takrir’e bakmamak demektir, İsmet İnönü’nün Doğu Raporu’nu okumamak demektir, Celal Bayar’ın Şark Raporu’nu okumamak demektir. Demokrat Parti’nin niçin kurulduğunu anlamamak demektir. 1986’da yayınlanan bir mülakatta, o Dersim meselesinde Fevzi Çakmak, Bayar ve Atatürk arasında geçen görüşmelerin ne olduğunu ve Mustafa Kemal’in en sonunda “sorumluluğu tamamen üzerime alıyorum” dediğini hiç bilmemek demektir. Sadece hala ideolojik anlamda bakan ve kendi kurdukları iktidarları yıllardan beri devam ettirmek isteyen insanların sığındıkları o mağarada kendilerini muhafaza etme anlayışıdır. Hala o mağaradalar ve hala 18.-19. yüzyıl aklıyla 21.yüzyılı bir şekilde idare etmeye çalışıyorlar.
CUMHURBAŞKANI GEÇ KALIYOR
Oysa hepimiz biliyoruz ki bu tespitler Türkiye’de sadece bugün yapılmıyor, yıllar önce de yapılmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında, o Koçgiri isyanları zamanlarında bir sürü rapor yayınlanmış. Bu raporlar iki temel siyaset ortaya koymuştur. Bir kısmı güvenlik eksenli raporlardır, ikinci kısmı da sivil ve mutedil raporlardır. Celal Bayar’ın, Vali Bardakçı’nın, kısmen Avni Doğan’ın, Kâzım Karabekir’in raporları bu noktadadır. Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün vs. raporları da bir şekilde öteki, yani “biz burada Türkleştirme yapmak zorundayız, bu insanlara Türkçe öğretmek zorundayız, bunları iskân etmek zorundayız, bir başka bölgeye götürmek zorundayız..”; diğeri de “hayır okul yapalım, yol yapalım, toprak reformu yapalım, ekonomiyi güçlendirelim, devlet memuru olarak en iyi insanlarımızı gönderelim..” vs. diyor. Çok net bir şekilde ortaya koyuyorlar. O bölgenin insanına şefkat ortaya koyan raporlarla “hayır, burada asimilasyonu sağlamak lazım diye, Erzincan’ı kaybedersek Kürdistan kurulur” gibi bir anlayış; İsmet İnönü’nün raporu ile Celal Bayar’ın raporu bir araya getirilip harmanlanarak “aslında bunların hepsi bir noktadadır” deniliyor.
Sebebi çok basit. Kaygı şudur ki bugün bu pozisyonlara sahip çıkan insanlar, bunu eşeleyip karıştırmasınlar. Biz geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Dersim özürü, doğru ve yerinde bir adımdır, cumhurbaşkanı da gecikmektedir. Eğer bu yol açıldıysa cumhurbaşkanı da çıkıp “evet, biz bu tarihten ve Dersim’de yapılan bu eziyetlerden dolayı özür diliyoruz” demelidir ve devlet adına da son derece doğrudur. Bunlar bizim insanlarımızdır. Bunu geçmiş adına da yapmamalıyız. Bunu gelecek adına ve bir arada yaşamak adına yapmalıyız.