RÖPORTAJ: MUHAMMED ÜZÜM | ÖMER FARUK KESKİN
Demokrat Parti geleneğinin günümüzdeki önemli temsilcilerinden biri olan Süleyman Soylu aslen Trabzonlu ve 42 yaşında. Doğruyol Partisi gençlik kollarında başlayan siyaset hayatında, Mehmet Ağar’dan devraldığı Demokrat Parti genel başkanlığına kadar neredeyse hiç ‘iniş’ yok. Başkanlığı bıraktıktan sonra, aile geleneğini sürdürerek mensubu olduğu Demokrat Parti’den 12 Eylül referandumunda “Evet” diyeceğini açıkladığı için ihraç edildi. Bir anlamda demokrasi kurbanı sayılabilecek Soylu’yla demokrasi tarihimizi ve yeni anayasayı konuştuk.
2011 seçimleri, referandum ve son yıllardaki çetelerle mücadeleyi göz önüne aldığımızda demokrasimizde gözle görülür bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişten günümüze bu gelişimi nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye kendi açısından çok önemli bir süreç yaşamaktadır. Bu yaşadığımız günler aslında demokratik serüvenin belki de en aranılası günleridir. Yani darbe yapanlara karşı -tam da modern ülkelerde olduğu gibi- hukukun üstünlüğüyle ortaya konulan bu süreç Türkiye açısından bir beklentiydi. Cumhuriyet tarihinden itibaren Türkiye’de çok net bir şekilde ötekileştirme vardı. Farklılıklarından dolayı toplumun çeşitli kesimlerine itilen ve bu konuda iktidarda söz sahibiymiş gibi gözüken; ama rasyonalitede hiçbir şekilde söz sahibi olmayan güdümlü bir iktidar, demokrasi ve Türkiye vardı. Bu 1920’ler sonrası yapılan kurallarla, dünyanın ve Türkiye’nin o günkü iklimiyle çok normal olarak görülüyordu veya bir imparatorluk bakiyesi açısından da çok sakil karşılanmıyordu. Ama Türkiye o gün kendi gücünü bir şekilde polarize etti. Bir toprağın içerisindeki elementleri, zenginlikleri nasıl teker teker farklı bir tarafa savurursanız o toprağı güçsüz ve kuvvetsiz hale getirirsiniz, Türkiye’de dindarları, müslümanları, Kürt’leri, alevileri, gayr-i müslimleri ayrıştırdı. Türkiye yazdığı kurallarla halkın serbestliğini sınırladı ve bu Türkiye’de bir kural ve kuralcılık haline geldi. Dönem dönem korkuları ve paranoyaları oldu Türkiye’nin. Dönem dönem istikrarsızlıklardan, kavgalardan ve korkulardan beslenerek bu dediğim ötekileştirme meselesi tahkim edildi.
Bir de çevremizde bir dünya var. Yaklaşık 400 yıldan beri medeniyetin merkezi olarak nitelendirilen bir Avrupa var her ne kadar bugün küçümseniyorsa da. (Ben o küçümseyenlere de çok katılıyor değilim.) Ta Rönesans’tan beri bilimin, sanatın, sanayinin, temel hak ve özgürlüklerin ve hatta eğitimin merkezi olarak nitelenen bir Avrupa süreci var. Bir de doğumuzda bir dünya söz konusu. Türkiye çok pragmatist bir şekilde istediği zaman batıyı istediği zaman da doğuyu örnek alabilme kabiliyetine sahip. Yani burada Türkiye ihtiyaçlar kuralından ve bir rasyonaliteden hareket etmedi. Ve travmalar üzerinden de yaşamaya alıştı Şeyh Said travması, istiklal mahkemesi travması, Dersim travması bunların hepsiyle beraber yaşamaya alıştı ve bu sendromlar kâh 3 yılda kâh 5 yılda kâh 10 yılda sürekli olarak önüne getirildi. Ve bu sendromlar hala Türkiye’de devam etmektedir.
Demokrat Parti bu sürecin neresindeydi? Milli irade dediğimiz kavram, yani halkın sıkıştırıldığı köşeden bütününe yaygın iradesini kullanmaya yönelik aklı 1946’da yeniden işlemeye başladı. 1950’de millet Beyaz Devrim’i gerçekleştirdi. Elbette ki millete milletin beklentilerini önerenlerin veya dünyadaki beklentilerle milletin beklentilerini örtüştürenlerin önemi çoktur. Ama inanın bu dinamiğin asıl sahibi milletten başka kimse değildir. Sadece toplumun nereye gittiğini dünyanın nereye gittiğini iyi görmek gerekir. Namuslu, şerefli ve onurlu insanlar millete bunu götürebileceği bir araç sağlamışlar. DP bunlardan müteşekkil bir aracın ta kendisidir. 1950’de Beyaz Devrim bununla başlamıştır.
Demokrat Parti ile başlayan Beyaz devrim, yine bahsettiğiniz problemler ile kesintiye uğradı. Halk iradesine ve inanç özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, kültürel problemler ve nihayetinde Menderes ve arkadaşlarının idamı… Türkiye’nin bu süreçte sivil bir anayasaya olan ihtiyacını ve bu bağlamda 12 Eylül referandumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer Türkiye, yaptığı ekonomik hamleler, büyüme hamleleri, inanç özgürlüğü üzerindeki engellerin kaldırılması ve temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesini tam anlamıyla kurallara bağlayacak bir anayasayla süsleyebilseydi bu meseleleri bugün daha farklı boyutta tartışıyor olabilirdik. Ama o günün halet-i ruhiyesinde yapılan elbette çok önemlidir. Maliyeti de çok yüksek olmuştur ki yıllar boyu Türkiye’nin yakasından hiç düşmemiştir. Menderes’in, Zorlu’nun ve Polatkan’ın idam edilişleri, cumhurbaşkanının veya DP başkanının haksız bir şekilde hapse atılışları aslında direkt onlara yapılan hareketler değildir, orada aşağılanan milletin iradesidir. Önümüzde hâlâ inanç özgürlükleri konusunda sıkıntı yaşayan, o tarihten bugüne kadar ötekileştirmeyi muhafaza etmiş bir Türkiye var. Türkiye’de yakın tarihle ilgili bize nakşolunan, enjekte edilen bilgilerin yanlışlığından ve dezenformasyonundan beslenen bir milletimiz var. 73 milyon bireyin bir şekilde bu saydığım süreçten etkilenme hali söz konusu. Bu noktada Türkiye sessiz bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu yine bu milletle yapıldı ve bu devrimi bu millete getirenleri de tarih boyunca iyi anmak lazım 12 Eylül 2010 referandumuyla da 1960’tan sonra ilk kez Türkiye’de bir iktidarın el değiştirmesi sağlanmıştır. Yani ceberut devlet iktidarından samimi millet iktidarına dönüşün ilk adımı atılmıştır. Bu önemli adımın gerisi teferruattır. Önemli olan şudur; Türkiye 21. yüzyıla girmektedir ve Türkiye’nin bütün insanlık cemiyeti içerisinde çok daha adil, çok daha özgür, çok daha hür, çok daha ekonomik açıdan kalkınmış, etrafına bakabilen, inançlarını tam anlamıyla yaşayabilmek isteyenin yaşadığı ve kendi coğrafyasındaki hem maddi aklı hem manevi aklı etrafındaki coğrafyayla paylaşabilmeye ihtiyacı var. İşte bunun için toprağın içindeki elementlerin ayıklanmasını sağlayanların tam tersine onları bir araya getiren, onları bir arada tutan bir mekanizma gerekli.
Yeni anayasa hazırlık sürecinde ülkemizdeki en ciddi problemler nelerdir? Yani bugün Türkiye’nin temelde 3 önemli sorunu var; bunlar Kürt sorunu, Alevi sorunu ve kadın sorunudur. Bunların hepsi aslında demokratikleşme sorunudur. Belki hepimizin zorlanacakları olacak ama Türkiye bunları bu toplumla uyumlu hale getirebildiği, kendi inanç sistemiyle, kendi değerleriyle ve evrensel kurallarla örtüştürebildiği, Avrupa Birliği’nin tanımıyla harmonize edebildiği sürece tam anlamıyla model bir ülke haline gelebilir. Türkiye’nin bunu ihtiyacı var mı? Türkiye’nin buna ihtiyacı yoksa bile bir birey olarak buna benim ihtiyacım var. Türkiye’de yaşayan bütün bireylerin buna ihtiyacı var çünkü herkes adil bir yönetim içerisinde geleceğinden emin bir şekilde yaşamak ister. Herkes kendi dininin bahşettiği temel değerler ile birlikte insan hakları evrensel bildirisinden tutun bütün dünyaya ait toplumsal sözleşmelere kadar hepsinin içerdiği bütün kurallarla birlikte yaşamak ister. Türkiye’nin önünde böyle büyük bir sınav var. Bunun birçok ülkede yaşandığı bir süreç var, yeni anayasa süreci de bunlardan bir tanesidir.
12 Eylül referandumunda da gördüğümüz gibi halkımız mevcut anayasa üzerindeki olumlu değişiklikleri onaylıyor. Yani problemler, seçilmiş ekiplerin hazırlayacakları paket halindeki değişikliklerle önemli ölçüde giderilebilir. Buna karşın topyekun bir anayasa değişikliği için çok geniş bir yelpazede fikir ve iş birliği gerekir. Buna anayasanın değişmesini istemeyenleri ve Ak Parti iktidarının değiştirmesini istemeyenleri de katarsak, anayasa değişikliği uzun ve zorlu bir süreç halini alır. Bu sebepleri göz önünde bulundurursak, neden ille de topyekun bir anayasa değişikliği?
Şöyle düşünün, -20 derecede bir odaya yazlık bir kıyafetle veya 50 derecede bir odaya kışlık bir kıyafetle girebilir misiniz? Aklınızı, yaşam biçiminizi, yaşam standardınızı değiştirmeniz lazım. 1982 anayasası kuruluş ve hazırlanış itibariyle tamamen anti demokratik ve planlanmış bir yaşam biçimine göre ortaya çıkmıştır. 1961 anayasası da öyle çok özgürlüklerin sunulduğu bir anayasa değildir, yıllarca milletimize yutturulmaya çalışılanın aksine. Bir kere milleti devletten ayıran bir anayasa olmuştur.
Türkiye’de devlet iktidarı ile millet iktidarı arasında bir kavga var. Yani bu kavramlar kendi arasında haksız kavramlar olabilir ama yıllardan beri bu devleti kendi adına idare etmeye çalışan insanlar kurallar üzerinden bunu yapıyorlardı. Millet de bundan hoşnut değil. Bu kadar basit. Yani onların oluşturdukları kurallarda yapılacak ufak tefek değişiklikler maalesef Türkiye’yi bizim istediğimiz istikamette bir çizgiye taşımayacak ve götürmeyecek. Bu birincisi. İkincisi zaten bu anayasada kimlikler sorunu var doğru mu? Vesayet sistemi sorunu var. Temel hak ve hürriyetler sorunu var. Yani bizim eşit vatandaşlık dediğimiz temelde böyle bir sorun söz konusu.
Bütün bunları aşmak isteyeceksin ama anayasayı değiştirirken sadece vatandaşlık kavramında tıkanıp kalacaksın. Yeni anayasanın da temel problemi bu olacak ve uzun vadede devam edecek. Şimdiki meclis %95 oranında temsil kabiliyetine sahip, tam bir kurucu meclistir. Geri kalan %5 hem sivil toplum örgütleri hem de siyasi partilerin yapacağı çalışmalar sayesinde bu sürece katkı sağlayabilirler. Mesela Yeni Anayasa Platformu, Anayasa Çalışma Grubu, Tesev ve Tüsiad gibi oluşumların yaptığı çalışmalar var ve bunların hiçbirisi madde madde bir anayasa ortaya koymuyor, bir zihniyet ortaya koyuyor. Kimisi anayasanın nasıl yapılması lazım geldiği konusunda teklif ortaya koyuyor, kimisi maddelerinin nasıl olması lazım geldiği konusunda genel bir kanaat ortaya koyuyor. Bunların hepsi sağlıklı meseleler.
Kısacası yeni anayasayı yapıp kuralları tam anlamıyla kendimize ve yeni dünyaya uygun hale döndürmeliyiz. Kendi kurallarımızı ortaya koymalıyız. Yani yeni anayasamızla, yeni bir paralel devlet ve paralel millet oluşturmaya çalışanlara öncelik alanı bırakmamalıyız. Sorduğunuz soruya net bir cevap vereyim, kısmi bir anayasa değişikliğinden ziyade hiç yapılmaması daha iyidir. Kısmi bir anayasa değişikliği eski Türkiye aklının Türkiye’ye önereceği bir modeldir ve bu tehlikeli bir şeydir hepimiz için.
Yeni anayasa hazırlık sürecinde iktidara ve muhalefet partilerine düşen görevler nelerdir? Siyasi yapıyı çok böyle doğrucu Davut gibi göremeyiz. Siyasi yapının da, kendine göre çok handikapları var. Yani CHP hala devlet partisi görünümde, AKP %50 oy almış hala toplumun bir kesimi AKP’yi sindirmekte güçlük çekiyor. MHP hala bu anayasada çözmek istediğimiz Kürtçülük üzerinden bir siyaset bina etmeye çalışıyor. Meclis içerisinde böyle bir tabloyu çözmek de kolay bir şey değil. AKP vekil sayısı referandum için yeterli değil. Yetmeyince birileri “Transfer yapsınlar” diyor ki bu çok ahlaki olmayan bir modeldir. Uzlaşma milletin verdiği mesajın ta kendisidir. Bu millet 350 vermesini de bilirdi ama 326 veriyor. Demek istiyor ki; ben her ne kadar CHP’yi ve MHP’yi tasvip etmiyorsam da onlar da bu sürecin içerisinde yer alsın. Tam bir samimiyet testi uygulamaktadır halk ve buna iktidar partisi de dâhildir. Kim burada samimi olup milletle beraber hareket edecekse önümüzde ki seçimde millet 27’yi 1 e kadar düşürebilir, toplam %53 oya sahip olan anavatan ve doğru yolu 1 e kadar düşürdüğü gibi. Bazen uzun sürede düşürür bazen de hemen düşürür. Onun için milletin buradaki terazisine itibar etmek gerekiyor. Ona teslim olmak gerekiyor.
Kolay mı bu? CHP’nin kırmızı çizgileri var, ne kadar uzlaşıya yanaşır? Ama CHP’nin bunun yanı sıra millete anayasa üzerine vermiş olduğu çok önemli mesajlar var. Burada belki de en rahat parti MHP olacaktır; çünkü kendisini bağlayacak vaadi bulunmamaktadır bu konuda. AKP siyaset pratiği açısından sadece MHP ile anayasa yapamaz. Bu durumda en çok çözülmesinin umut ettiğiniz Kürt sorunu çözülmemiş olur. AKP sadece BDP ile de yapamaz bu da tam tersi bir Türk sorunu ortaya çıkartır. Anayasanın meşruiyeti ve çoğulculuğu konusunda ciddi bir sorun ortaya çıkartır. AKP’nin anayasanın uzlaşmak zorunda olduğu ilk parti CHP’dir maalesef. Yani eski Türkiye’nin temsilcisiyle uzlaşmak durumundadır. Ve ondan sonra MHP ve BDP ile uzlaşmak durumundadır. Bu bir Türkiye anayasası olmalı hepimizin buna ihtiyacı var. Kürt sorununu en içerisinde yaşayan partilerden biri CHP’dir. Çünkü bu bölgelerden oy alamamaktadır. Bir siyasi parti için en önemli zillettir o bölgedeki halka dokunamamak. Aslında en çok yaşayandır CHP veya MHP. Kürt sorununun temel beslediği iki siyasi partide AKP ve BDP’dir. Onlar açısından devam etmesinde herhangi bir sakınca olmamasına rağmen onları da bitmesini arzu eden siyasi partiler olarak görüyorum. BDP’de devam etmese de en azından gündeme getirme kaygısı var. Burada bütün bu söylediklerimin çerçevesinde temel görev AKP’ye düşmektedir. Bu millet bu iktidara altın kemer takmıştır. Ondan beklediği bu uzlaşıyı sağlayarak hem ekonomik ve gelecekle ilgili meseleleri hem de yeni anayasa meselesini çözmesidir. Bunu çözeceklerini umuyorum ve arzu ediyorum.
Baraj altı partiler ve STK’lar bu sürece nasıl dahil olabilirler? STK’lar ferden de bu çalışmaları yapıyorlar. Ben çok yakın süreçte STK’ların bu konuda bir araya gelebilecekleri ümidini de taşıyorum. Yani bir araya gelmelerinde de, ayrı ayrı yapmalarında da fayda var. Kendi bakış açılarını çok etkilemeden kendi görüşlerini birbirlerine aktarmanın da bana göre faydası var. Diğer siyasi partiler de meclis içerisinde birtakım komisyonlarda dinlenerek önerileri ve görüşleri alınmalıdır. Bir de TBMM ortak bir iradeyle siyasi partiler bir tarafta STK’lar bir tarafta bir çalışma yapmalıdır. TBMM’nin de resmi hüviyetinin sahaya girebileceğini düşünüyorum. Burada önemli olan çok çeşitliliği sağlamaktır. Ne kadar çok sahadan fikir gelirse ve TBMM’nin şahsında uyumlaştırılırsa o kadar olumlu olur. Toplumun aydınları da kendi görüşlerini ortaya koyacaklar ve gelişli-gidişli bir dönem olacak.
Bu süreçte dil ve niyet çok önemli. Kaba ve suçlayıcı olmamalı. Herkesin arzusu noksansız demokrasi olmalı. Siyasi partiler de birbirini tartarken kabahat bulma esasına göre değil birbirinin söylediğinden dersler çıkarma esasına göre davranmalıdırlar. Anayasa meselesini diğer meselelerden ayrı tutarak tabanlarıyla ve halkla tartışmalılar. STK’lar ve siyasi partiler her an kendi tabanlarıyla ilgili ölçümler yapmalılar. Belki en tepeye gidecek, en aşağı inecek ama ben oradan çok olumlu bir anayasa çıkacağına inanıyorum.
Yeni anayasanın bize neler kazandıracağını kısaca özetler misiniz? Yeni anayasa içinde bulunduğumuz Ortadoğu, İslam ve AB toplumlarına daha fazla yakınlaştırır bizi. Yeni anayasa Türkiye’nin dünya gayri safi hâsılası içinde aldığı payı artırır. Yeni anayasa Türkiye’nin yıllardan beri yaşamış olduğu birçok problemin tamamen iyi noktaya tırmandırılmasını sağlar. Yeni anayasa bireyi özgüvenini getirir benim kanaatim. Yeni anayasa Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu katma değerleri ortaya çıkarır. Yeni anayasa fikir ve üretim zenginliği ortaya çıkarır, mucitleri artırır. Öğrenciler okullarda daha yaratıcı olur. Aile yapımızı güçlendirir. Toplumsal dinamiklerimizi harekete geçirir. Burası bir samimiyet terazisi olacaktır. İnsanlar uğraşmıyor gibi gözükse de bu süreci dikkatle izleyecektir. Ben bu süreç adına ümitliyim ve herkes bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır. Türkiye eski Türkiye’den kendini sıyırmalıdır ve yeni Türkiye’ye iştahlı bir şekilde geçmelidir.
Son olarak hukuk öğrencilerine tavsiyeleriniz nelerdir?
Türkiye’nin temel bir problemi var. Türkiye’nin menfaatsiz çıkarsız dervişlere ihtiyacı var. 21.yy kurallar yüzyılı. Bunları tanzim edende apaçık hukuk. Her şeyden çok hukuka ihtiyaç var. Hukuku ne sosyolojiden ne de tarihten ayırmak mümkün. Bundan 15 yıl önce yapılan haksızlıklara hukuki ve sosyal dayanak bulabiliyorduk ama hukukun bakması gereken temel mesele evrensel kriterler ve bu ülkenin temel değerleri temelinde. Bütün bu süreci bilen bir anlayışı yansıtmalıdır. Türkiye’de hukuk araziye uymamalıdır ve uydurulmamalıdır. Bilinmelidir ki, tecelli edecek adalet aslında dünyanın temizlenmesine sebebiyet verecektir. Sadece kitabi bir hukuktan bahsetmiyorum. Yeni anayasa bizden ziyade yeni hukuk öğrencilerinin bir sınavıdır. Çünkü onlar bu ve önümüzdeki yüzyıl içersinde bunları hakkaniyet içerisinde değerlendirecek ekiptir.