Daha önce bir çok yazımızda gerek ülkemizin dış politikası hakkında, gerekse özellikle batı dünyasının dünya siyasetinde uyguladığı çifte standartlar ve iki yüzlü davranışları hakkında değerlendirmelerde bulunmuştuk. Bu kez hemen yanı başımızda vuku bulan bir insanlık dramına, yaklaşık 1,5 yıldır oluk oluk kan akmakta olan Suriye’ye dikkat çekmek istiyorum. İnşallah 2 köşe yazısı ile bu konu hakkında fikirlerimizi beyan etmeye çalışacağız. Gelin Öncelikle tarih içerisinde kısa bir Suriye yolculuğu yapalım.
Bir çok millet tarafından yönetilen Suriye toprakları, son ve en uzun olarak Osmanlı yönetiminde kaldı (403 sene). 1. Dünya Savaşının ardından Fransa tarafından sömürgeleştirilen ülke 1946 yılında bağımsızlığına kavuştu. 1958 yılında başlayıp sadece 3 yıl süren Mısır birlikteliğinin ardından, İsrail ile savaşlara girişmiş, bugün hala işgal altında bulunan Golan Tepelerini kaybetmiştir.
Arap milletinin tek bir sosyalist devlette birleşmesini amaçlayan Baas Partisi tarafından 1970 yılında yapılan darbe sonucunda yönetimi ele geçiren Hafız Esed, ülkeyi tek adam zihniyeti ile idare etmeye başladı. Hafız Esed’in 2000 yılında ölmesinden sonra yönetime gelen Beşşar Esed ile daha demokratik, şeffaf ve reformist bir yapıya kavuşulacağı düşünülüyordu. Zaten baba Esed’in PKK ya verdiği sınırsız destekten dolayı sürekli gerginlik içerisinde olduğumuz ülke ile ilişkilerimiz, oğul Esed’le birlikte yumuşamaya başlamıştı. Özellikle bölücübaşı Apo’nun ülkeden çıkarılması, karşılıklı güvenlik komitesinin kurulması gibi adımlar sayesinde gitgide normalleşen ilişkilerimiz sayesinde ticari antlaşmalar, vize muafiyeti, bayramlarda sınırların kaldırılması vb. izledi. Aslında bu iyileştirmelerin ilk adımları, herkesin sandığının aksine Ak Parti iktidarı zamanında değil, Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı ve Bülent Ecevit’in Başbakanlığı zamanında başlamıştı. Bununla paralel biçimde atılan ekonomik adımlar, iki taraf arasındaki ticaret hacminin gelişmesini ve buna bağlı olarak da ilişkilerde normalleşmeyi hızlandırdı. Suriye’nin Ankara Büyükelçisi Muhammed Saadet el-Bunni’nin yaptığı açıklamaya göre, 2000 yılında 750 milyon dolar olan karşılıklı ticaret hacmi, 2001’de bir milyar dolar sınırını aşmış, 2002 yılı beklentileri ise 1,5 milyar dolara ulaşmıştı. Bunun hemen her yıl artan bir trend izleyeceği umudunu tekrarlayan elçi, bir anlamda Suriye yönetiminin Türkiye ile ilişkilerinin gelecekteki seyrine ilişkin ipuçlarını da vermişti.
Bakanlar her iki ülke arasında mekik dokuyor, sürekli karşılıklı ziyaretler ile ivme sürekli yükseliyordu. Aslında ziyaretlerin temelde, Türkiye-Suriye ilişkilerinin geliştirilmesinden ziyade, Irak’ta giderek daha güçlü biçimde duyulan muhtemel bir savaşın ayak seslerinden kaynaklandığı ortadaydı. Mesela Nisan 2003’te Suriye, Türkiye ve İran’ın üçlü bir anlaşma imzalayarak özellikle Kürt devletinin engellenmesi konusunda ortak hareket ettikleri açıklanıyordu. Yine 2003 yılında Malezya’da yapılan İslam Konferansı Örgütü zirvesinde bir araya gelen Türkiye ve Suriye liderleri, ikili ilişkilerin arttırılması konusunda karşılıklı mutabakata varmışlar ve Amerika’nın Irak’ı işgali sonrasında bölgede oluşan yeni durumu ele almışlardı. Bu işgalle birbirine daha da yakınlaşan Türkiye ve Suriye, güvenlik eksenli yeni bir işbirliği dönemini başlattı. İstanbul’da meydana gelen bombalı saldırılarla ilgili soruşturma çerçevesinde Türk güvenlik güçlerinin Suriye’den talep ettiği 22 kişinin iade edilmesi, güven inşasında çok önemli bir rol oynadı.
Ama iki ülke ilişkilerinde bahar havasının hakim olmasını sağlayan en önemli gelişme hiç kuşkusuz Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaretti. 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Bu ziyaret, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı
olarak yorumlanmıştır. Bakın Beşşar Esed, Türkiye ziyaretinde, iki ülkenin tarihten bu yana gelen en önemli sorunları olan SU ve HATAY meseleleri hakkında ne açıklamalarda bulunmuş : “Ben kişisel olarak bu tür sorunlara çözümün her zaman uluslararası hukuk ile bulunacağını sanmıyorum. Hatta hukukî yöntemler zaman zaman çözüm yerine çözümsüzlüğü de beraberinde getirebilir. İşte bu nedenle ben Türk dostlarla bu konuda doğrudan diyalog kurmaktan yanayım. Bu diyalog ise, sevgi, dostluk ve karşılıklı çıkarların gözetilmesi ilkesine dayanarak devam ettiği sürece ve Türkiye'nin bu konuda atacağı adımlarla, Suriye'nin su konusundaki beklentileri karşılanır; su sorunu diye bir gündemimiz de kalmaz” diyordu. Hatay konusunda ise, “Konunun çözümü de mutlaka zamana ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu, sorunun 'çözülemeyecek' olduğu anlamına gelmez. Nitekim dikkat ederseniz, biz hiçbir zaman, oranın Suriye toprağı olduğunu ve bunun için Türkiye ile savaşacağımızı söylemedik.”
Buraya kadar okuduklarınızın ardından rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğu’nun söylemi olan “Komşularla Sıfır Sorun” politikasının en büyük dayanağını da Suriye oluşturuyordu. Gördüğünüz üzere jet hızıyla normalleşen ilişkilere bakıldığında herkes halinden memnun gözüküyordu.
Ta ki, batılı devletlerin Arap Baharı adını verdikleri halk haraketlerinin Suriye’ye ulaşmasına dek..
Konuya ikinci yazımız ile devam edeceğiz inşallah. Allaha’a emanet olunuz.
Barış ALKANAT 12 Yıl Önce
dış işleri bakanı ahmet davutoğlunun söylemi olan komşularla sıfır sorun” politikasının en büyük dayanağını da suriye oluşturuyordu. peki bu gün ne değiştide komşularla sıfır sorunun en büyük dayanağını oluşturan suriyeye karşı savaşa girme hazırlıkları yapılıyor...