banner171

"Mücadele, Eski ve Yeni Türkiye'nin Mücadelesi"

DP E.Gn.Bşk.Süleyman Soylu, Kanal 24’de Açık Görüş programına katılarak seçim gündemine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. İktidar ve muhalefetin karşılıklı aldıkları siyasi pozisyonları analiz eden Soylu, statükonun Ankara İktidarı’nı kaptırmamak üzere blok oluşturma gayreti içinde olduğunu belirtti.

DP E.Gn.Bşk.Süleyman Soylu, Kanal 24’de Açık Görüş programına katılarak seçim gündemine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. İktidar ve muhalefetin karşılıklı aldıkları siyasi pozisyonları analiz eden Soylu, statükonun Ankara İktidarı’nı kaptırmamak üzere blok oluşturma gayreti içinde olduğunu belirtti.

Kanal 24 televizyonunda canlı yayınlanan Açık Görüş adlı programa katılan Süleyman Soylu “Recep Tayyip Erdoğan, sürekli olarak bu Demirel-CHP ilişkisine vurgu yapıyor. Burayı deştikçe deşiyor ve özellikle buradaki atıflarında hep o geleneksel 1950’lerin CHP-DP çekişmesi, işte üç tane seçilmiş siyasetçinin asılmasına kadar götürülen bu husumet vs. Bu iki geleneğin çatışması ve dolayısıyla bugünle de birtakım bağlar kuruyor. Doğru bir değerlendirme mi yapıyor, aşırı bir vurgu mu yapıyor Erdoğan burada, yani seçtiği bu söylem yolu doğru mu, neyi anlatmak istiyor ve buradan gerçekten umduğunu oy olarak alabilecek mi?” şeklindeki bir soruya şöyle yanıt verdi:

“Tabi bir siyasal strateji ortaya koyuyor başbakan. Elbette ki özellikle seçim meydanlarında bu sözleri söylerken 2002 tarihinden itibaren Ak Parti yöneticileri de, Tayyip Erdoğan da çok önemli bir stratejiyi yürütüyorlar: İlerleme ve değişim. Yani genelde 1950’de Demokrat Parti’nin de başladığı, daha sonra Adalet Partisi’nin kısmen, darbe korkusundan ne kadar yürütebilirse o kadar yürüttüğü ama esas itibarıyla rahmetli Özal’ın özellikle buna sarıldığı bu ilerleme ve değişim çizgisini çok net bir şekilde devam ettiriyor.

Türkiye 12 Eylül 2010 tarihinde bir referandum yaşadı. Bu referandumda aslında üç taraf var. Bir, değişimi arzu edenler; iki, “hayır biz böyle yaşayabiliriz, sizin getirdiğiniz aslında bir değişim değildir, biz bu statik halimizden memnunuz” diyenler; üç, “sizi izliyoruz ama biz sizin söylediklerinize katılmıyoruz” diyen boykotçular var. Şimdi seçim, bana göre de şu an bunun üzerinden yürüyor. 1950’de de bunun üzerinden yürüdü, 1960 sonrasında da bunun üzerinden yürüdü, 1980 darbesi sonrası da ilk seçimde bunun üzerinden yürüdü, daha sonraki 28 Şubat sonraki seçimler de bunların üzerinden yürüdü. Ve bana göre Tayyip Erdoğan da bu kendine ait hem yenileşmeyi hem ilerlemeyi hem değişimi ortaya koyan ve karşıdaki blogu özellikle eski siyasetçileri de o bloga katarak onları “eski Türkiye’nin temsilcileri” olarak nitelendirdiği bir sürece doğru itiyor. Kendi siyasal stratejisi bu.

Karşı taraftaki strateji de benim anladığım kadarıyla, çok doğal olarak yani , Kılıçdaroğlu’nun durumunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan hem bir muhalefet şemsiyesi kurmaya çalışıyor hem de bir taraftan o da bir değişimi arzu ediyor. Şimdi hakkını vermek lazım, Kılıçdaroğlu Baykal gibi ve Baykal süreci gibi çok net bir şekilde rejim üzerinden, laikçilik üzerinden bir siyasal kampanya yürütmüyor ama Ergenekon adaylarıyla beraber yumuşak bir karın oluşturdu ve bu yumuşak karına da çok net bir şekilde Ak Parti ve Tayyip Erdoğan –onların da hakkıdır- saydırdıkça saydırmaya devam ediyor.

Yine benim kanaatim tabi, bu kavga özellikle 1960 tarihinde Türkiye’nin, bizim daha yeni yeni görmeye başladığımız, aslında birileri tarafından yazılmış bir siyasal anayasası mevcut. Yani siyaset anayasası, siyaset yasaları ve kuralları mevcut. Ve burada, bu siyaset kurallarının dışına çıkan siyasetçileri sürekli minderin dışına atan, onları cezalandıran, bazen onları itibarsızlaştıran, bazen onları siyaseten toplumun gözünde iğdiş ederek ayıran bir süreç var. Ve burada yerleşik Ankara iktidarını devam ettirmeye çalışan ve bu yerleşik Ankara iktidarını her ne olursa olsun muktedir kılmaya çalışan bir anlayış sözkonusu.

İşte 12 Eylül 2010, birtakım hesapları altüst etti. Yani halk, %58 – 54, nasıl dersek, dedi ki “ben bu siyasal sistemi sona erdiriyorum”. Ben bunu tanımlarken aslında Tahrir Meydanı’nın demokratik bir versiyonu olarak tanımlıyorum. Elbette ki bu zemini iktidar partisi uzun zamandan beri, kendi payı da olan, kendi hakkı da olan bu zemini iyi kullanacaktır. Karşı taraftaki zemini de, yani %42’lik blogu da veya %39’luk blogu da muhalefet partisi iyi iyi kullanacaktır. Ama burada muhalefet partisinin düştüğü temel sıkıntı şu: Bir taraftan “yenileşme”, bir taraftan “değişim”, bir taraftan “yeni CHP” derken Türkiye’de eski Türkiye iktidarını canlı tutmaya çalışanlar, statüko ile beraber olmaya çalışanlar, 1960 darbesinden sonra darbecilerin her dediğini yapanlar ve bu “korku imparatorluğu” dediğimiz bu paranoyak yaklaşıma teslim olanlarla aynı noktada olmasını, ben Kılıçdaroğlu’nun kendi iç dünyasında da CHP’de bu dönüşüm ve değişimi bir şekilde taşımaya çalışanların da kendi iç dünyasında çok açıklayamadıkları kanaatindeyim. Ama siyasetin kendine göre geleneksel bir gerçekliği vardır: Muhalefet, iktidar karşısındaki bütün unsurları biraraya getirmeye çalışır. Burada iktidar kadar ilkesel bakmayabilir ama tabi Ergenekon hadisesi, Sinan Aygün, Haberal hadisesi bana göre Türkiye’nin demokrasisi açısından çok önemli ve bana göre önümüzdeki süreç, belki şu an seçim ortamındayız, futbol müsabakalarında tekme yediğiniz zaman eğer bir sakatlık varsa sıcakken hissetmeyebilirsiniz ama maçtan sonra hissedersiniz. Özellikle 12 Haziran seçimlerinden sonra bu hissedilecektir. Çünkü, 12 Eylül 2010 Türkiye’ye yeni bir anayasa yapılmasını vaaz etmiştir. Hem de bir toplumsal barışı vaaz etmiştir. Fakat şimdi yerleşik Ankara iktidarı, bu saydığınız bütün isimler, yani 2009’da da bir şekilde bu geçişliliği sağlayan kesimler bu anayasanın yapılmaması için veya bu anayasanın kendi istekleri doğrultusunda yapılması için topyekün bir harekatla bir araya gelmiş bulunuyorlar. Ben, mücadelenin bu olduğunu, yeni Türkiye ile eski Türkiye olduğunu düşünüyorum. “

Merkez sağın mevcut durumdaki rolü ile ilgili olarak “Peki buna 27 Nisan sonrası ortaya çıkan parçalanmayı ve bir anlamda Ağar-Mumcu çizgisinin eriyip kaybolmasını da ekleyelim ama aynı zamanda bir toparlanma hamlesi olarak son dönemde Demokrat Parti çevresindeki hareketlenmeyi de ekleyelim ve şunu soralım: Acaba Demokrat Parti etrafında bu saydığımız şahsiyetler toparlanabilseler idi acaba az önce sizin “yumuşak karın” dediğiniz şey, Kemal Kılıçdaroğlu merkezinde ortaya çıkar mıydı yoksa farklı bir yöne doğru mu akardı? Yani DP burada bir anlamda yön değiştirici yol ayrımı mı oldu?” şeklinde sorulan bir soru üzerine Süleyman Soylu şunları kaydetti:

“Şu analizi kısa bir şekilde yapmak istiyorum. 2009 seçimlerinde ben partinin genel başkanıyken mesela Manisa’da CHP’liler merkezde MHP’li bir adayı desteklediler, AK Parti kaybetsin diye. Antalya’da MHP’liler de merkezde CHP’yi desteklediler, AK Parti kaybetsin diye. Eskişehir’de Ülkücüler, Yılmaz Büyükerşen’i desteklediler. Güniz Sokak, Edirne’de Hamdi Sedefçi’yi, Eskişehir’de yine Yılmaz Büyükerşen’i destekledi. Bu örnekleri daha da çoğaltabilirim.

Aslında 2009, bir şekilde bu blogun Türkiye’yi sanki AK Parti’den kurtarmak istiyormuş gibi bir hamle yapan blogun, halk iktidarını bir şekilde aşağıya düşürmek adına, yerleşik Ankara iktidarını hakim kılmak adına bir füzyon örneği olarak nitelendirilebilir. Burada bir geçişlilik yaşandı ve bugün sıkıntı yaşayan MHP bu geçişliliğe hiç farkında olmadan alet oldu, bu bir. İkincisi, burada birşey daha yaptılar, çok önemli bir şekilde özellikle 2007’de de bunun aslında uzantıları var, DYP-ANAP birleşmesinde, o birleşmenin bir şekilde bombalanmasında, ortadan kaldırılmasında, o süreçte TBMM’ye girmeyerek DYP–ANAP blogunu, yani özgürlükçü, serbest demokratik olması gereken blogu, bugünkü bahsettiğimiz statükocu blokta mecburen yapma eğilimini veya mecburen yapma yönelimini sağlamada aslında orada da başarılı oldular ve 2009’da bizim genel başkanlığımızda mümkün olduğunca -bunda iş camiası var, bunda medya var, bunda enteresan bir şekilde sivil toplum kuruluşları var ve bunun ipuçları çok rahat bir şekilde ortaya çıkıyor-  Demokrat Parti’yi etkisizleştirme süreci yaşandı.

Diyelim ki bizden sonra Demokrat Parti’ye gelen kişiler başarılı oldular. Ne olacaktı? Zaten o günkü bizden sonraki genel başkan CHP sempatizanlığının, hem MHP’ye yaptığı çağrılarla hem CHP’ye yaptığı çağrılarla hatta Saadet Partisi’ne yaptığı çağrılarla böyle bir blok oluşturmak ve bunu CHP altında gerçekleştirmeyi toplumdan gizli şekilde değil alenen, bütün bu siyaseti bir araya getirmek adına veya AK Parti karşısında bir blok olmanın en önemli süreç olarak önümüzde durduğunu anlatmaya çalışıyordum. Benim kanaatim, ki ben o günlerde de söylüyordum Demokrat Parti’yi CHP’ye yapıştıran, ona dayayan ve bunun bir Türkiye mücadelesi olduğunu, bunun bir kurtuluş mücadelesi olduğunu, bunun bir Cumhuriyet mücadelesi olduğunu, nasıl ki referandumda referandumun Türkiye’nin bölünme ve bölünmeme mücadelesi olduğunu iddia etmişlerse ve bu konuda bir tezle halkın önüne çıkmışlarsa 12 Haziran 2010 seçimlerini de buna getireceklerdi. Bir, bu anayasayı engellemek için; iki, temel tezleri..bir de şu an yürütmenin başı hala cumhurbaşkanıdır. Hele 2007’de yapılan anayasa değişiklikleriyle Cumhurbaşkanı’nın yetkileri daha da arttırılmıştır. 2012’de veya 2014’de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de bu blogun eğer çok uygun, çok düzgün, toplumun çeşitli kesimlerinden de oy alabilecek bir aday profili oluşturabilirlerse cumhurbaşkanlığını elde edebilmek için bir zemin, bir saha oluşturmaya çalıştıkları düşüncesindeyim.”


YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner208

banner148

banner150

banner153