Türkiye’nin söz konusu hava ve füze savunmasındaki imkan ve kabiliyetlerine karşın, tehdit algısı 1980’li yıllardan itibaren giderek artış gösterdi. Her ne kadar füze teknolojilerinin gelişimi ve kullanımı II. Dünya Savaşı dönemine tekabül etse de, Türkiye’nin tehdit ve risk algısı esas itibarıyla yakın coğrafyasından kaynaklandı ve bilahare üye olduğu NATO’nun tehdit tanımlamaları üzerinden şekillenerek gelişti. Bu bağlamda, Ankara’nın risk farkındalığında, Küba füze krizi nedeniyle ABD’nin Türkiye topraklarına yerleştirdiği nükleer harp başlıklı füzelerden 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’na, Birinci ve İkinci Körfez savaşlarından Suriye iç savaşına varıncaya dek birçok tarihi kırılma noktası rol oynadı. Örneğin İran-Irak Savaşı esnasında, savaşan tarafların fırlattıkları FROG-7 roketleri yahut SS-1 balistik füzeleri çok sayıda sivilin ölümüne ve yararlanmasına yol açtı. Aynı zamanda bu ülkelerin füze teknolojisi edinme, geliştirme ve kullanma imkan ve kabiliyetlerine ilişkin çaba ve çalışmalarının somut tezahürü oldu.
Füze teknolojisi ve kitle imha silahları konusunda açığa çıkan tehditle devlet-dışı silahlı aktörlerin daha mobilize ve etkin olduğu Ortadoğu coğrafyasının giderek derinleşen kaotik bir yapıya bürünmesi, Ankara’yı 2000’li yılların başından itibaren kendisine ait uzun menzilli bölge hava ve füze savunma sistemi tedarik arayışına yöneltti. Bu maksatla 2010 yılında T-LORAMIDS ihalesine çıkılmış, ancak konjonktürel gelişmelerle birtakım iç ve dış faktörler nedeniyle bu ihale 2015 Kasım’ında Antalya’da gerçekleşen G-20 zirvesi arifesinde iptal edilmişti. Müteakip süre zarfında, Ankara T-LORAMIDS ihalesini iptal ettiğini, ancak projeyi rafa kaldırmadığını vurgulamıştı. 2015’te Rus uçağını düşürülmesinin ardından, Putin ve Erdoğan 2016 Ekim’i itibarıyla yeniden görüşmelere başlamış ve hatta kısa bir süre sonra Rus menşeli stratejik düzey hava savunma sistemi tedariki konusunda el sıkışmışlardı.
Dört farklı alanda yaptırım
Tarihsel süreçteki nedenleri, niçinleri ve nasılları geçip günümüze geldiğimizde, Ankara’nın S-400 tedarikinde istikrarlı, sürecin işleyişine ilişkin şeffaf ise bir duruş sergilediği, ilk teslimatın başlamasıyla beraber kanıtlanmış oldu. Elbette pazarlık ve tedarik süreci devam ederken, Ankara kendisini bekleyen muhtemel yaptırımlar hakkında fikir sahibiydi. Mevzubahis yaptırımları ana hatlarıyla dört başlık altında derleyebiliriz:
İkinci yaptırım konusu F-35’lerdir. Türkiye’nin F-35 projesindeki katılımcı statüsünün ve uçakların teslimatının askıya alınmasının ötesinde, F-35 projesinden tamamen çıkarılması gerektiğini düşünen sesler giderek yükselmektedir. Bu karar Trump, Kongre, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve Lockheed Martin Şirketi arasında süregiden yoğun görüşme trafiğinin yanı sıra, F-35 projesindeki diğer ortak ülkelerle NATO müttefiklerinin nasıl bir pozisyon sergileyecekleriyle yakından ilintilidir. Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması sadece askeri düzeyde değil ekonomik, teknik ve entelektüel açılardan da birtakım kayıplara yol açacaktır. Türkiye’nin 100 adet F-35 uçağı satın almak için ödediği para ile uçağın yapımına katkı sağlayan Türk şirketlerinin kazanacakları meblağı kıyaslayarak “kâr-zar oranı”nı hesaplamak doğru bir yaklaşım değildir. Nihayetinde bu uçakların bütçeye getireceği yük, satın alım ücretinden ibaret olmayıp ömürleri son bulana kadar devam eden bakım, onarım, idame gibi tüm masraflarıyla alakalıdır. Öte yandan, F-35 projesinin TSK vakıf şirketleri gibi projede yer alan ana yüklenicilerden ziyade küçük ve orta ölçekli şirketleri nasıl etkileyeceği daha önemli bir sorundur. Bu anlamda, savunma sanayiindeki iç borcu ve bunun özellikle küçük şirketler üzerinde meydana getireceği kaybı dikkate almak gerekmektedir. Zira F-35 yahut başka bir yerli ve milli savunma sanayii projesinde alt yüklenici ya da komponent/malzeme tedarikçisi olarak görev alan şirketlerin iş yapamamaları, yani gelir elde edememeleri durumunda kapılarına kilit vurmak zorunda kalmaları ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. Başka bir açıdan değerlendirildiğinde, F-35 projesi, teknik becerilerin gelişmesi bakımından önemli bir platform ve tecrübe fırsatı sunarken aynı zamanda entelektüel sermayenin gelişmesi ve güçlenmesine de hizmet etmektedir. Yetenek kapasitesi ve tecrübe birikimi açısından F-35 projesinden çıkmak teknik ve teknolojik düzeyde birtakım fırsatların kaybına yol açsa da, Ankara’nın başla ülkelerle farklı projelerde gerek “iş payı” gerek “ortak üretim” gerekse “teknoloji transferi” sağlamak suretiyle entelektüel sermayesine yatırım yapmaya devam edeceği aşikardır.
Üçüncü yaptırım, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin Türkiye ile yaptıkları savunma anlaşmalarını iptal etmeleri, askıya almaları ya da birtakım zorlayıcı koşullar oluşturmalarıyla gerçekleşecektir. Bu kapsamda, ana veya alt bileşenlerin, malzeme veya komponentlerin satılmaması, sertifikasyonların/lisansların geciktirilmesi, modernizasyonların ertelenmesi gibi muhtelif yaptırım araçları devreye sokulabilir. Ancak Türkiye’nin bu tarz açık ve örtülü ambargoları çok kez deneyimlediği biliniyor. Öyle ki bazı Batılı müttefiklerin en ufak bir siyasi, askeri ve ekonomik çıkar çatışmasında Ankara’yı cezalandırmak ve hatta tabiri caizse “yola getirmek” üzere örtülü ambargo araçlarını devreye soktuğu malumdur.
Dördüncü yaptırım ise Türkiye’nin salt savunma sanayiini değil, bir bütün olarak dış politikasını, güvenlik ve savunma politikalarını bozacak, tüm milli güç unsurlarını etkilemeye dönük araçların devreye sokulmasıyla alakalıdır. Bu minvalde Suriye, PKK/PYD/YPG, Doğu Akdeniz, Ege, enerji, güven endeksleri/yabancı yatırım, döviz, mülteciler, Filistin meselesi gibi birçok farklı husus, daha büyük bir sorun sarmalına dönüştürülerek Ankara’nın önüne koyulabilir. Buradaki maksat, ABD’nin amaç ve çıkarlarına zarar verebilecek, stratejik rakip olarak hegemonyasına meydan okuyabilecek, “hasım” ilan ettiği herhangi bir devletle ortaklık veya işbirliği yapan herkesin bedel ödemek zorunda kalacağının gösterilmesidir. Dolayısıyla bu bedel sadece uçak satışının iptalinden ibaret kalmayacak, her alanda, ancak farklı düzeylerde, topyekun bir zarar taktiğiyle devreye sokulacaktır.
Bugün ABD ve diğer Avrupalı ülkelerin nazarında Gürcistan, Kırım, Ukrayna, Suriye ve hatta Afganistan sahasında varlık gösteren daha müdahaleci, daha agresif ve daha yayılmacı bir Putin Rusya’sı vardır. Bu bağlamda, ABD ve NATO ülkelerinin Doğu Akdeniz ve Güneydoğu Avrupa’daki Rus mevcudiyeti nedeniyle yaşadığı rahatsızlık, Ankara’nın stratejik caydırıcılığı haiz Rus askeri teknolojisini satın almasıyla birlikte endişe ve korkuya dönüşmüştür. Tüm bu nedenlerden dolayı, kötü bir senaryo seçeneği olarak, Ankara’yı uzun ve zorlu bir sürecin beklediğini söylemek mümkündür.
Sonuç itibarıyla, Ankara en başından itibaren yukarıda değinilen yaptırım konularına ve onların muhteviyatlarına dair farkındalık ve bilgi sahibidir. Bu minvalde Ankara’nın muhtemel “iyi” ve “kötü” senaryolarını tanımladığı ve dahası bu senaryoları kendi bağlamlarında derecelendirmeye tabi tuttuğu düşünülürse, hem Savunma Sanayii Başkanlığı’nın hem de TSK’nın kendi alternatif seçeneklerini hazırladığı muhakkaktır. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin hava gücünü hangi unsurlara dayandıracağı; kısa, orta ve uzun vadeli ihtiyaçlarını ne zaman ve kimlerden hangi koşullarda tedarik edeceği; savunma projeleri ve ürünlerinde karşılaşabilecek teknik, askeri, ticari ve hukuki aksaklıkların en pratik şekilde nasıl çözebileceğine dair bir seçenekler dizisini hazırlamış olması kuvvetle muhtemeldir. En nihayetinde Türkiye gibi (son derece geniş bir iç ve dış tehdit ve risk yelpazesi bulunan) bir devletin “yol haritası” hazırlamadan karar vermesini beklemek muhaldir. Başka bir izahla, Türkiye’nin S-400 tedarik etmesi anlık, fevri ve reaksiyonel bir karar olmadığı gibi, halihazırda Batılı müttefiklerinin ortaya koyduğu tepkiler ve dillendirilen muhtemel yaptırımlar da şaşırtıcı, sürpriz gelişmeler değildir. Artık gözler, Ankara’nın diplomatik uzlaşı kanallarından karşı-tedbirlere varan seçeneklerine çevrilmiş durumdadır.
Güncelleme Tarihi: 29 Temmuz 2019, 13:02