“Aile Yapısı”nı biçimlendiren ve ailede çok önemli bir konumu olan Kadın hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olarak, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısıdır.
Değerlerin, yaşanması anlamındaki geçerliliğini kaybettiren Modernizm; insanları özgürleştirmek adı altında ego peşinde koşmayı ve yalnızlaştırmayı hedef alarak; aile ilişkilerini parçalayıp, bölerek; evlilik ve cinselliğin ayrı ayrı yaşanabileceği söylem ve eylemiyle, günümüz dünyasında insan ilişkileri ve insanlığa karbondioksitli bir neşter vurmuştur.
Bu neşter başta kadın olmak üzere aileleri; Değer Erozyonuna uğratmıştır. Yaşanılan bu değer erozyonu ise aile kurumunun altına yerleştirilmiş bir dinamit misali ilişkileri sarsmıştır.
Sarsılan ilişkiler ise ne yazık ki duygudan uzaklaştırılmış, mekanik bir hale bürünmüştür. Halbuki aile ilişkilerinde, yalnızlığa karşı en duyarlı kişiliği olan kadının, paylaşma duygusunun ihmaline zemin hazırlayan değerler erozyonu ve mevcut iletişim teknolojileri ile psikolojik yaşamda; kendinden başkasını önemsemeyen, kimse için fedakarlık yapmayan bireylerin çoğaldığı bir zihin haritası meydana getirmiştir.
Dolayısıyla çocuklarımız, önce okumaları istenen hikaye ve romanlarla bir dönüşüme hazırlanmış, ardından televizyon, medya, dizi, film, internet, müzik, moda gibi araçlarla kültürümüzden uzaklaştırılıp, Modernizm denilen değerlerimizin kaybettirildiği bir manevi hastalığın pençesine itilmiştir.
Bu hastalıkla yaşayan çocuklar; paylaşmayı, merhameti, şefkati tatmadan büyüyen, bencil, empatiden uzak bireyler olarak toplumu olarak meydana getirilmiştir.
Tek uyaranları ve rehberleri olan televizyonlar, çocuklarda ideal olarak; ne olacaklarından ziyade ne alacaklarını ve hangi markayı giyeceklerine dair erken yaşlarda para kavramıyla tanıştırarak; gençlerin ruhunda, kendi medeniyet meşaleleri henüz yakılmamışken söndürülmüştür.
Dolayısıyla Gençlerimiz; kendi aydınlığıyla yolunu bulamayan sonu uçurum olan, bir serüvene itilmişlerdir. Başka medeniyetlerin sunduğu hayatı yaşadığının farkına daha varamayan gençler, hayatlarının sürücü koltuğuna kendi kültürünün ehliyetine sahip olmadan, Hayat direksiyonunu çevirmeye başladılar ve bu direksiyon kaza üstüne kaza yaptırdı!..
Kimileri ruhen tamamen kaybolurken, kimileri aynı kalp ve ruhta iki medeniyet arasında sıkışarak travma yaşadılar.
Yaşanan travmaları ne yazık ki, hem devlet hem de ülkemizi yöneten iktidarlar görmezden gelmişlerdir. Çünkü, onlar da erozyona uğrayan kültürümüzü benimsemişlerdi ve dolayısıyla sunulan elbisenin bedeni yönetenlere olsa da biz millet olarak o bedene sığmadığımız için sevemedik ve mutlu olamadık. Gençlerimiz başta olmak üzere adeta gazla fren arasına sıkışılıp kalındı.
Çünkü devletimiz, geçmişte bizim medeniyetimizin yaşanır kılınmasını, gericilik ve irtica kabul etmişti. Bu kabulün sonucudur ki; tıpkı gençliğe kültür mirasının taşıyıcısı nesiller olarak bakılıp politikalar üretilemediği gibi Kadının da biyoloji ve psikolojisine(fıtratına)uygun politikalar geliştirilmemiştir.
Bundan dolayıdır ki; Aileye dayatılan yabancı değerler ile ailelerin sahip olduğu ve savunduğu kendi kültür ve medeniyetinin değerleri çatışmaya başlayarak toplumsal şizofreni de yaşanmaya başlanmıştır.
Yaşanan şizofren atmosferinde genç nesiller kendi değerlerinin ATP’si ile değil yabancı uyaranlarla zihinsel olarak beslenmiş ve gençler okul ile aile arasında çatışmalar yaşamışlardır.
Çünkü; Ben kimim ve sorumluluklarım nelerdir? Nasıl bir aile tutumuyla ve hayata hangi projeksiyondan bakmam gerekiyor? Soruları ve bu sorulara verilmesi gereken cevaplar döngüsünde rayından çıkıp küreselleşmenin getirdiği kasırgaya kapılıp yerli değerlerimizi bir virüs gibi görüp, toplumsallaşma yerine bireyselleşme ve üretmeden tüketim kültürünü savunur hale geldiği içindir ki yaşanılan manzarada aile yapılarımızın tehdit altında olduğu boşanmaların evliliklerden daha çok olduğu ortadadır.
Halbuki “Aile Yapısı”nı biçimlendiren ve ailede çok önemli bir konumu olan Kadın hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olarak, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olan kadına tarih boyunca baktığımızda hiçbir toplumda, hiçbir medeniyette İslam dininin kadına verdiği değeri görmemekteyiz. Buradan hareketle, Tarih boyunca kadına baktığımızda ;
Eski Yunan toplumunda Kadınların; çok aşağı bir seviyede olduklarını. Toplumun kadınları insanlık üzerinde sadece bir yük olarak gördüklerini okuyarak biliyoruz.
Eski Roma’da yalnız erkekler Roma vatandaşı iken, Kadınların vatandaş bile olamadıklarını. Kocanın istemesi halinde karısını öldürebileceğini;
Eski Hind’de Kadın; bir köle aynı zamanda Kocasının ölümünden sonra kendisine yaşama hakkı tanınmadığı yani O da kocasının öldüğü gün ölmesi gerektiği;Eski Çin’de Kadın; Çinliler kadını insandan saymadıkları gibi Onlara isim yerine numara verdikleri ve Kız çocuklarını uğursuz olarak gördüklerini;Yahudilikte Kadın; devamlı günah işleme eğilimi olan bir yaratık olarak görülürken Kadın aldatıcı bir put olarak kabul edilir. Hatta Her Yahudi sabah duasında “Ezeli ilahımız, kainatın kralı; beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun.” diye dua ettiklerini ilgili kaynaklardan okuyarak öğrenmiş bulunuyoruz.
Hristiyanlıkta Kadın; şeytanca kötülüklere kapı açan, erkeği yasak ağaca götüren, Allah’ın emirlerini çiğneyen ve erkeğin ahlakını bozan bir yaratık olarak görüldüğü.
Hristiyan Avrupa’da Kadın; sırf erkeğe hizmet için yaratılmış bir insan ve erkeğin kurbanı olduğu;
İngiltere’de Kadın; kocasının kendisine zalimce ne emrederse, ona itaat etmeye mecbur oldukları gibi hatta 1850 yıllarında yürürlükte bulunan anayasaları gereğince de kadınların vatandaş sayılmadıkları;
Fransa’da Kadının; toplumsal durumu çok daha vahim olarak tüm varlığı, evlenme anlaşmasıyla hemen hemen silinip kocasına geçtiği;
Almanya’da Kadın; kocası öldüğünde, genellikle çocuğuna yabancı bir erkeği veli, vasi yapmak mecburiyetinde olduğu Çünkü kadının vasiliğe ve terbiye etmeye uygun görülmediği;
Bugünkü Avrupa’da Kadın; 18. Yüzyıldan sonra Avrupa’da büyük sanayi inkılabıyla birlikte aile hayatında da önemli değişmeler görüldü. Sosyal ve ekonomik hayatta meydana gelen değişmeler aileye, ailedeki değişmeler de sosyal ve ekonomik hayata yansıyarak bugünlere kadar gelindi.
İslam’dan önce Arabistan’da Kadın; kötülüğün bir sembolü olarak düşünülürken bir kızın doğumunun Arapları üzüntü ve kedere boğduğunu ve kızlarını İslamiyet’in gelişine kadar diri diri gömdükleri bilinmektedir.
İSLAM’da Kadına baktığımızda ise; Miladi altıncı asrın sonlarında, dünyanın her yerinde kadın üzerine her taraftan bir karanlık çökmüş iken tam bu esnada Mekke’den bir ses haykırmaya başladığını Bu sesin Hz.Muhammed’in lisanı üzere gelen ilahi vahiy olduğunu ve Bu sesin kadının şerefi için en adil ölçüyü koyarak Mağdur olan kadının imdadına yetişiyordu. Onun hakkını eksiksiz tam ve mükemmel olarak ödüyordu. Tarih boyunca boynunda asılı bulunan yaftayı kaldırıp atıyor, kendisin horlayan tüm uygulamalara son veriyordu. İnsanların şehevi duygulardan hareketle ona yüklenmelerine dur! diyerek kadının mükemmel bir insan olduğunu, tüm haklara sahip bulunduğunu ilan ediyordu. ”Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.”(Hücurat Suresi, 13. ayet)(Büyük Kadın İlmihaliPehlivan)
Buradan bakıldığında; diğer topluluklardaki kadının yeri ile İslam dinindeki kadının yerini bir kere daha net bir şekilde görmekteyiz. Eksiğimiz sadece dinimizin gereklerini iyi bir şekilde öğrenememekten kaynaklanmaktadır.
Yani dinimizin ahlaki ölçü ve değerleri bilinmedikçe toplumun her kesiminde yaşanır hale gelmedikçe aile ve toplumsal değerler alınır satılır hale geldiği sürece, maddeleşen hayat evliliği de sadece haz ve madde üzerine inşa etmeye devam edecektir.
Kısaca sevgi, sabır, tahammül, güven, sadakat gibi değerlerimizin ana kaynağı olan Kur’an ahlakı ve peygamber sünneti bilinmediği sürece kendi kavramlarımız kişisel ve aile hayatımız da belirleyici unsur haline gelmediği sürece psikolojik ve ruhsal dünyamız hem yıkık hem de yaralı olarak kalmaya mahkum olacaktır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in;“Kadınlar hususunda Allah’tan(c.c) korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emanetiyle aldınız ve onları kendinize Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Hadisini görerek, anlayarak ve hissederek okuduğumuzda ve içselleştirdiğimizde ancak kadının ve ailenin önemini ve büyüklüğünü idrak edebiliriz.
Buradan hareketle, devletler milletini yönetmekte yaptıkları anayasalarını; bireyin kendisi ile olan ilişkisini, fıtrata uygun ve onu koruyacak şekilde tanzim etmek zorunluluğunu hissetmedikleri sürece insanların ve toplumların ölçü ve referanslarının fıtrat olduğunu fark edemeyecekleri gerçeğindendir ki bugün ülkemizde aileler şirket mantığıyla yürümektedir.
Dileğim ve temennim her bireyin kendini ait hissettiği ve yeryüzünün cennet şubesi olan aile yapılarımızın asli unsuru olabilmesi şuuruyla eğitim alabilmek dilek ve temennisiyle…
Zekiye ÇAPAN
“Aile Yapısı”nı biçimlendiren ve ailede çok önemli bir konumu olan Kadın hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olarak, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısıdır.
Değerlerin, yaşanması anlamındaki geçerliliğini kaybettiren Modernizm; insanları özgürleştirmek adı altında ego peşinde koşmayı ve yalnızlaştırmayı hedef alarak; aile ilişkilerini parçalayıp, bölerek; evlilik ve cinselliğin ayrı ayrı yaşanabileceği söylem ve eylemiyle, günümüz dünyasında insan ilişkileri ve insanlığa karbondioksitli bir neşter vurmuştur.
Bu neşter başta kadın olmak üzere aileleri; Değer Erozyonuna uğratmıştır. Yaşanılan bu değer erozyonu ise aile kurumunun altına yerleştirilmiş bir dinamit misali ilişkileri sarsmıştır.
Sarsılan ilişkiler ise ne yazık ki duygudan uzaklaştırılmış, mekanik bir hale bürünmüştür. Halbuki aile ilişkilerinde, yalnızlığa karşı en duyarlı kişiliği olan kadının, paylaşma duygusunun ihmaline zemin hazırlayan değerler erozyonu ve mevcut iletişim teknolojileri ile psikolojik yaşamda; kendinden başkasını önemsemeyen, kimse için fedakarlık yapmayan bireylerin çoğaldığı bir zihin haritası meydana getirmiştir.
Dolayısıyla çocuklarımız, önce okumaları istenen hikaye ve romanlarla bir dönüşüme hazırlanmış, ardından televizyon, medya, dizi, film, internet, müzik, moda gibi araçlarla kültürümüzden uzaklaştırılıp, Modernizm denilen değerlerimizin kaybettirildiği bir manevi hastalığın pençesine itilmiştir.
Bu hastalıkla yaşayan çocuklar; paylaşmayı, merhameti, şefkati tatmadan büyüyen, bencil, empatiden uzak bireyler olarak toplumu olarak meydana getirilmiştir.
Tek uyaranları ve rehberleri olan televizyonlar, çocuklarda ideal olarak; ne olacaklarından ziyade ne alacaklarını ve hangi markayı giyeceklerine dair erken yaşlarda para kavramıyla tanıştırarak; gençlerin ruhunda, kendi medeniyet meşaleleri henüz yakılmamışken söndürülmüştür.
Dolayısıyla Gençlerimiz; kendi aydınlığıyla yolunu bulamayan sonu uçurum olan, bir serüvene itilmişlerdir. Başka medeniyetlerin sunduğu hayatı yaşadığının farkına daha varamayan gençler, hayatlarının sürücü koltuğuna kendi kültürünün ehliyetine sahip olmadan, Hayat direksiyonunu çevirmeye başladılar ve bu direksiyon kaza üstüne kaza yaptırdı!..
Kimileri ruhen tamamen kaybolurken, kimileri aynı kalp ve ruhta iki medeniyet arasında sıkışarak travma yaşadılar.
Yaşanan travmaları ne yazık ki, hem devlet hem de ülkemizi yöneten iktidarlar görmezden gelmişlerdir. Çünkü, onlar da erozyona uğrayan kültürümüzü benimsemişlerdi ve dolayısıyla sunulan elbisenin bedeni yönetenlere olsa da biz millet olarak o bedene sığmadığımız için sevemedik ve mutlu olamadık. Gençlerimiz başta olmak üzere adeta gazla fren arasına sıkışılıp kalındı.
Çünkü devletimiz, geçmişte bizim medeniyetimizin yaşanır kılınmasını, gericilik ve irtica kabul etmişti. Bu kabulün sonucudur ki; tıpkı gençliğe kültür mirasının taşıyıcısı nesiller olarak bakılıp politikalar üretilemediği gibi Kadının da biyoloji ve psikolojisine(fıtratına)uygun politikalar geliştirilmemiştir.
Bundan dolayıdır ki; Aileye dayatılan yabancı değerler ile ailelerin sahip olduğu ve savunduğu kendi kültür ve medeniyetinin değerleri çatışmaya başlayarak toplumsal şizofreni de yaşanmaya başlanmıştır.
Yaşanan şizofren atmosferinde genç nesiller kendi değerlerinin ATP’si ile değil yabancı uyaranlarla zihinsel olarak beslenmiş ve gençler okul ile aile arasında çatışmalar yaşamışlardır.
Çünkü; Ben kimim ve sorumluluklarım nelerdir? Nasıl bir aile tutumuyla ve hayata hangi projeksiyondan bakmam gerekiyor? Soruları ve bu sorulara verilmesi gereken cevaplar döngüsünde rayından çıkıp küreselleşmenin getirdiği kasırgaya kapılıp yerli değerlerimizi bir virüs gibi görüp, toplumsallaşma yerine bireyselleşme ve üretmeden tüketim kültürünü savunur hale geldiği içindir ki yaşanılan manzarada aile yapılarımızın tehdit altında olduğu boşanmaların evliliklerden daha çok olduğu ortadadır.
Halbuki “Aile Yapısı”nı biçimlendiren ve ailede çok önemli bir konumu olan Kadın hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olarak, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olan kadına tarih boyunca baktığımızda hiçbir toplumda, hiçbir medeniyette İslam dininin kadına verdiği değeri görmemekteyiz. Buradan hareketle, Tarih boyunca kadına baktığımızda ;
Eski Yunan toplumunda Kadınların; çok aşağı bir seviyede olduklarını. Toplumun kadınları insanlık üzerinde sadece bir yük olarak gördüklerini okuyarak biliyoruz.
Eski Roma’da yalnız erkekler Roma vatandaşı iken, Kadınların vatandaş bile olamadıklarını. Kocanın istemesi halinde karısını öldürebileceğini;
Eski Hind’de Kadın; bir köle aynı zamanda Kocasının ölümünden sonra kendisine yaşama hakkı tanınmadığı yani O da kocasının öldüğü gün ölmesi gerektiği;
Eski Çin’de Kadın; Çinliler kadını insandan saymadıkları gibi Onlara isim yerine numara verdikleri ve Kız çocuklarını uğursuz olarak gördüklerini;
Yahudilikte Kadın; devamlı günah işleme eğilimi olan bir yaratık olarak görülürken Kadın aldatıcı bir put olarak kabul edilir. Hatta Her Yahudi sabah duasında “Ezeli ilahımız, kainatın kralı; beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun.” diye dua ettiklerini ilgili kaynaklardan okuyarak öğrenmiş bulunuyoruz.
Hristiyanlıkta Kadın; şeytanca kötülüklere kapı açan, erkeği yasak ağaca götüren, Allah’ın emirlerini çiğneyen ve erkeğin ahlakını bozan bir yaratık olarak görüldüğü.
Hristiyan Avrupa’da Kadın; sırf erkeğe hizmet için yaratılmış bir insan ve erkeğin kurbanı olduğu;
İngiltere’de Kadın; kocasının kendisine zalimce ne emrederse, ona itaat etmeye mecbur oldukları gibi hatta 1850 yıllarında yürürlükte bulunan anayasaları gereğince de kadınların vatandaş sayılmadıkları;
Fransa’da Kadının; toplumsal durumu çok daha vahim olarak tüm varlığı, evlenme anlaşmasıyla hemen hemen silinip kocasına geçtiği;
Almanya’da Kadın; kocası öldüğünde, genellikle çocuğuna yabancı bir erkeği veli, vasi yapmak mecburiyetinde olduğu Çünkü kadının vasiliğe ve terbiye etmeye uygun görülmediği;
Bugünkü Avrupa’da Kadın; 18. Yüzyıldan sonra Avrupa’da büyük sanayi inkılabıyla birlikte aile hayatında da önemli değişmeler görüldü. Sosyal ve ekonomik hayatta meydana gelen değişmeler aileye, ailedeki değişmeler de sosyal ve ekonomik hayata yansıyarak bugünlere kadar gelindi.
İslam’dan önce Arabistan’da Kadın; kötülüğün bir sembolü olarak düşünülürken bir kızın doğumunun Arapları üzüntü ve kedere boğduğunu ve kızlarını İslamiyet’in gelişine kadar diri diri gömdükleri bilinmektedir.
İSLAM’da Kadına baktığımızda ise; Miladi altıncı asrın sonlarında, dünyanın her yerinde kadın üzerine her taraftan bir karanlık çökmüş iken Tam bu esnada Mekke’den bir ses haykırmaya başladığını Bu sesin Hz.Muhammed’in lisanı üzere gelen ilahi vahiy olduğunu ve Bu sesin kadının şerefi için en adil ölçüyü koyarak Mağdur olan kadının imdadına yetişiyordu. Onun hakkını eksiksiz tam ve mükemmel olarak ödüyordu. Tarih boyunca boynunda asılı bulunan yaftayı kaldırıp atıyor, kendisin horlayan tüm uygulamalara son veriyordu. İnsanların şehevi duygulardan hareketle ona yüklenmelerine dur! diyerek kadının mükemmel bir insan olduğunu, tüm haklara sahip bulunduğunu ilan ediyordu. ”Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.”(Hücurat Suresi, 13. ayet)(Büyük Kadın İlmihaliPehlivan)
Buradan bakıldığında; diğer topluluklardaki kadının yeri ile İslam dinindeki kadının yerini bir kere daha net bir şekilde görmekteyiz. Eksiğimiz sadece dinimizin gereklerini iyi bir şekilde öğrenememekten kaynaklanmaktadır.
Yani dinimizin ahlaki ölçü ve değerleri bilinmedikçe toplumun her kesiminde yaşanır hale gelmedikçe aile ve toplumsal değerler alınır satılır hale geldiği sürece, maddeleşen hayat evliliği de sadece haz ve madde üzerine inşa etmeye devam edecektir.
Kısaca sevgi, sabır, tahammül, güven, sadakat gibi değerlerimizin ana kaynağı olan Kur’an ahlakı ve peygamber sünneti bilinmediği sürece kendi kavramlarımız kişisel ve aile hayatımız da belirleyici unsur haline gelmediği sürece psikolojik ve ruhsal dünyamız hem yıkık hem de yaralı olarak kalmaya mahkum olacaktır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in;
“Kadınlar hususunda Allah’tan(c.c) korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emanetiyle aldınız ve onları kendinize Allah’ın kelimesiyle helal kıldınız.” Hadisini görerek, anlayarak ve hissederek okuduğumuzda ve içselleştirdiğimizde ancak kadının ve ailenin önemini ve büyüklüğünü idrak edebiliriz.
Buradan hareketle, devletler milletini yönetmekte yaptıkları anayasalarını; bireyin kendisi ile olan ilişkisini, fıtrata uygun ve onu koruyacak şekilde tanzim etmek zorunluluğunu hissetmedikleri sürece insanların ve toplumların ölçü ve referanslarının fıtrat olduğunu fark edemeyecekleri gerçeğindendir ki bugün ülkemizde aileler şirket mantığıyla yürümektedir.
Dileğim ve temennim her bireyin kendini ait hissettiği ve yeryüzünün cennet şubesi olan aile yapılarımızın asli unsuru olabilmesi şuuruyla eğitim alabilmek dilek ve temennisiyle…
Zekiye ÇAPAN